28 Temmuz 2009 Salı

Alevilik

Alevilik, Dini İslam, Kitabı Kuran, Allah'a kul, Hz.Muhammet’e bağlı, Hz. Ali'ye talip, Ehli-i Beyt yolunu süren, Hacı Bektaşi-ı Veli'nin "eline, beline, diline sahip" olmayı ilke edinen, iyi düşünce, iyi söz ve iyi davranışta kendini bulan, tanrı korkusu yerine sevgisini benimseyen, zâhiri bâtınla, bâtini zâhirle birleştiren, şeriat kapısını aşıp, marifet yoluyla hakikat dünyasını ulaşan, Kuran’ın şekline değil, özüne inen, akıl ve gönül ile ruhsal olgunlaşma yoludur.

Alevi İslam anlayışı; İslamiyet’in Kuran'a dayalı, Hz. Muhammed'in buyruklarına göre, İslamı evrensel boyutları ile yorumlayıp yeryüzü insanlığına yeni kapılar açan bir büyük düşünce akımı olan Tasavvuf felsefesiyle hayat bulan, bir insan bütünlüğüdür, özünü insan sevgisin-de bulan Tanrı’nın insanda tecelli ettiğine inanır.

Alevi İslam anlayışı, Hoca Ahmet Yesevi, Ebul Vefa, Hacı Bektaşi Veli, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal ve Anadolu Erenleri, Kuran’ı en iyi yorumlayan filozof velilerin görüşlerinden ilham alarak hayat alanı bulmuştur. Anadolu'yu İslamlaştıran bir yorumdur.

Alevilik, İslam dinin özüdür; manasıdır. Alevilik İslam içinde insanidir, aklidir, ahlakidir. Hz. Ali inancının, Kuran ayetlerinin yorumudur. Alevilik bir iç dünya olayıdır, his ederek yaşamaktır, insan olan her şeyi özünde duymaktır.

Alevilik, Hz. Muhammed-Ehlibeyt taraftarı, Hz-Ali ve onun soyundan gelenlere büyük bir saygı ve muhabbetle bağlılıktır. Alevilik, Ehlibeyt’in yoludur. Alevi-Bektaşi kendisini her anlamda yetiştirmiş, Kâmil insan demektir. Alevilik, dış yüzünden halka ve iç yüzün den Hakka bakan bir inançtır. Alevilik görünüş itibari ile Cafer-i Sadık mezhebidir. İmam Cafer-i Sadık içtihatlarına göre hareket eder ve onun yolunu sürer.

Alevilik, İslam dinini de Kuran yorumu ile kabul eder. Kuran’ın gerçek manasına vakıftır ve tüm mevcudatın Hakkın kendi öz varlığından ibaret olduğuna inanır ve bilir. Kuran’ı Kerim’in yorumudur ve İslam’dır. Alevilik İslam içerisinde doğmuştur. Toplumsal, kültürel, yapısal ve inançsal kimlik oluşmasında etkili olan inançsal temeller yaratmıştır. Bu nedenlerden dolayı İslam’ın içindedir.

Alevilik, Alevi: (Ali – Evi) Hz.Ali’nin soyundan galipte onun tasavvufi yolunu izleyenler ile, O’nun soyundan gelen (Seyyid, şerif Hacegan) kollarından olan herhangi bir mürşide ikrar verip bağlananlardır. Al-i Beyt(Yüce ev)

Temelde Hz.Ali’nin soyuna mahsus olan bu isme sonradan ikrar verip bağlananlarda katılmıştır.(Bk.H.Kaya Alevilik tanıtım ve ilkeleri Manisa 1994)

“Alevi” Hz. Ali ailesinin adıdır. Hz. Ali’ye bağlı olan, O’nu seven Hz. Ali’nin yolundan giden, Hz. Ali’nin taraflarına Alevi denilir. Ali’yi sevenlerdir. Aleviliğin tanımlanmasını 941-942 yılında Ebu Dulaf yapmıştır. Alevilerin Ali sevgisi, taraftarı içinde Ehl-i Beyt sevgisiyle Ali’yi ve ev halkıyla sevenler taraftarı olanlar, izinde gidenlere Alevi denir.

Aleviler, Ehl-i Beyti sevenlerdir. Tevella taraftarları da denilir. Sevmeyenlere de

Teberra denilir. Alevilik, Hz Muhammed’in son dönemlerindeki gelişmelere içersinde gelişmeye başlar. Tasavvufa eğilimli sufi çevreler ve Hz. Ali etrafında toplanırlar.

İşte Alevi İslam İnancı; erdemliği,yüceliği,insancılığı,barışı sağlayan ve insanlığın özlem duyduğu, paylaşımcılığı sağlayacak birinci yol olduğu, gerek inanç bakımından,gerekse ahlak esasları açısından dünyanın en insancıl ,en özgün,en ahlâklı,en görkemli inanç ve kültür bütünlüğüdür.

Alevi ; kelime olarak Ali’ye ait veya Ali’ye bağlı olma anlamına gelir. Alevilik, her ne kadar Hz. Ali’ye ve yakınlarına taraftar anlamında ise de asılında sadece Hz. Ali’ye yakın olmak anlamında anlaşılmamalıdır. Alevilik, Kur’an ve Alevi İslam’ı Hz. Ali’nin anlayıp anlattığı gibi anlamaktır. Alevilik, İslam inancını, özünde beslediği amaçlar doğrultusunda anlamaya çalışan, insanda yücelmeyi, şekil şartlarından daha çok içsellikle arayan, İslam’ın bir tasavvufi yorumudur.

Buna göre Alevilerin İslam içindeki yeri şöyledir:

Dini İslam, kitabı Kur’an , Allah’a kul, Hz. Muhammed’e ümmet, Hz. Ali gibi Ehl-i Beyt’in yolunu süren, yani Kur’anı ve İslam’ı Hz. Ali gibi anlayan ve oniki imamlar gibi inancı sürdürenlerdir.

Alevilik,Allah, Muhammed, Ali kutsallığını kalbinde taşıyan, Hz. Ali’nin adaletinden ayrılmayan temelinde insan sevgisi bulunan her dine, mezhebe, inanca saygı duyan ve hoşgörü ile bakan, dil, din, ırk, renk, farkı gözetmeyen, eline, diline, beline sahip olma ilkelerini şart koşan, gelmek isteyen, inançlı insanları çatısı altına alarak manevi susuzluklarını gideren, insanları yaşadıkları toplumda kendi istekleriyle kendi kendilerini yargılamalarını sağlayan, laik, demokrat, eşitlikçi, katılımcı, paylaşımcı düşünceyi savunan, şeriatın bağnaz kurallarına bağlı olmayan, ve onu reddeden, İslam dinini kendine göre ve Sünni inancın dışında yorumlayan, aslı doğruluk, kemali dostluk, cevheri, merhamet, görüşü eşitlik, hazinesi bilgi, meyvesi sevgi hamuru ile yoğrulmuş, insanı Kamil ve erdemli insan yaratmayı ön gören, korkuyu aşıp sevgi ile tanrıya yönelen, Enel-Hak ile insanın özünde tanrıyı gören, yaradan ile yaratılan ikiliğinden Varlık Birliğine Varan, edep ve ahlaklığı yaşamın temeline oturtan, insanı yücelten, hamurunda, hem ilahiliğin hem de irfan iliğin mayası bulunan; kişinin ahlaklı ve karakterli yaşam ilkelerini belirleyen, Hz. Muhammed ve Hz. Ali’den neslin imametini teberra ve tebella ilkesi ile sahiplenen, dini biçim ve şekil olarak değil, gerçek anlamıyla algılayan, dini bağımsız bir irade gücü ve batını özelliği ile evrimleştiren akıl ve iman bütünlüğünde birleştiren ve tüm bunları Kırklar Cemi ile yürüten bir inanç sistemidir.

"Namazımız kılınmış" deyimi ne demek ister?

Namazımız kılınmış sözününne anlama geldiğini anlamak için; ilk önce namazın ne olduğuna bakmalıyız. Aleviler olarak biz namazdan ne anlıyoruz, diğer inanç grupları, ne anlıyor. Kuran’ın bir muhkem, bir de müteşabih ayetleri vardır. İşte Aleviler olarak biz Kuran’ın Bâtıni (içsel_görünmeyen) anlamıyla ilgilendiğimizden, olay müteşabih ayetlerin yorumundan kaynaklanmaktadır. Aleviler olarak zahirilikten, şekilcilikten çok Batınilikten, tasavvuf dan yana olmamızdan dolayı 1400 yıldır diğer inanç grupları bizi hep yanlış değerlendirerek, haksız davrandılar. Şimdi namaz nedir, bunun sözlük anlamı nedir ondan başlamak istiyorum. Namaz kelimesi de abdest kelimesi gibi farsçadır, Kuran’daki ayetlerin çoğunda geçen arapça karşılığı olan salattır. Her ikisinin de Türkçe karşılığı dua dır. Türk Dil Kurumunun sözlüğünde iki anlamı vardır.

1-Müslümanların günde beş kez yapmaları dince buyrulan ve dua okuyarak kıyam, rüku, sücut, kuut denilen beden durumlarını kuralınca yineleyerek Tanrı’ya edilen kulluk 2-Salât: Peygamber’e ve Allah’a dua okumak bu sözlük anlamlarına göre Aleviler olarak hepimizin bildiği gibi bu anlamlardan salâtı yani dua’yı anlayarak onu yapıyoruz. Alevi inancından zaten Niyaz vardır, bu da dua dır, yakarmadır. Kuran’ın Nahl suresinin 123.ayetinde “Doğruya yönelen ve Allah’a eş koşanlardan olmayan İbrahim dinine uy diye sana vahiy eyledik.” Yine Şura suresi 13.ayetinde “Allah Nuh’a buyurduğu şeyleri siz de din olarak buyurmuştur. Ey Muhammed! Sana vahyettik İbrahim’e, Musa’ya buyurdu ki dine bağlı kalın” İsra suresinin, 77.ayetinde “Ey Habibim! Önce gönderdiğimiz Peygamberlere de uyguladığımız yasa budur. Bu yolumuzda kesin değişme göremezsin (yol ve gelenek böyle idi)”

Bu ayetlerde belirtildiği gibi Kuran’ı Kerim de, namazın-salat’ın şekli ve adresi olarak daha önceki Peygamberlerin geleneklerini işaret ediyor. Yukarıda da belirttiğimiz gibi salatın ne anlama geldiğini ayrıca da bununla ilgili Kuran’da şu emir vardır. Kıyam, Rüku ve secde diye ama bunlarında yapılması için şekli, tarifi yoktur. Yani; şöyle veya böyle yapın diye bir tarif yoktur. Bu durumda bu gün yapılan biçimsel şekiller geleneğin uygulanmasıdır. Kuran’ın emirleri değildir. Ankebut suresi 45.ayetinde “Kura’n ve le Zikrullah Ekber: Yemin olsun Allah’ın zikri daha büyük, daha önemlidir. Bu karşılaştırma namazla yapılmaktadır. Buna göre tek bir anlamı vardır. Allah zikri (adının anılması) namazdan daha önemli, daha büyüktür. Ankebut Suresi ayet 45 deki ifade “Ekber” ism-i tafdil kipi kullanılmıştır. Bu kip karşılaştırma yapmak için kullanılmıştır ve ayet bu karşılaştırmayı, namazla Allah’ın zikri arasında yapmıştır. Bu şu demektir. Yine aynı ayette “Allah’ı zikretmek namazdan daha büyüktür” Enbiya suresi 10.ayetin de “Zikrin en ideali Kuran’ı Kerim’in içindedir.” bu ayette denildiği gibi Kuran okumak her hal ve şartta en büyük ibadettir.

Ozan Yunus’un dediği gibi “Bana namaz kılmaz diyen, ben kılarım namazımı, Kılarsam kılmazsam ol Hakk bilir niyazımı, Hakk’tan artık kimse bilmez kâfir Müslüman kimdir, Ben kılarım namazımı Hakk geçirdiyse nazımı.”

Bakın Allah’ın elçisi şöyle buyuruyor. “Namaz müminin miracıdır” O halde hangi salatın yani namazın müminin miracı olduğunu bilmeliyiz? Dünyadan el yumalı ve ahiretten el etek çekmeli, nefsini kurban etmeli, kalıcılığa (beka) ulaşabilmek için yokluk (fena) denizinde boğulmalı. İşte böyle bir namaz. Ancak mü’münin miracı olabilir. Yine Hz.Ali efendimiz şöyle buyuruyor. “İman edip sevgi duyanlar, bütün hayatları boyunca, Yüce Allah’a içtenlikle tapmalı; sözlerinde, işlerinde, davranışlarında, oturuşlarında, duruşlarında, yemelerinde, içmelerinde, hatta uyurken ve uyanıkken O’na ibadet etmeli, her durumda O’nunla bir olmalılar demektir. İbadet, namaz, niyaz işte böyle olmalı, her an, her durumda Allah’ı anarak olmalı ki her şey yerli yerine otursun. Yine Hadis-i Kutsi’de “Kullarımdan en çok öfkelendiğim kişi bana Cehennem korkusuyla ve Cennet arzusu ile ibadet edenidir.” Hadis-i Kutsi’de söylendiği gibi, bu bir tüccar düşüncesiyle ve ateş de yanma korkusuyla yapılan pazarlık şeklinde bir ibadettir. İbadetimizi hiçbir zaman tüccar düşüncesi veya ateş de yanma korkusu içinde değil, hür insanın düşüncesi olan kendi irademizle, hiçbir karşılık beklemeden sevgiyle, aşkla yapmamız gerekir. Kamil İnsan’ın gerçekte yaptığı ibadet budur.

Hz.Peygamber(s.a.v.) buyurur ki; “Allah’a itaati olmayanın namazı da olmaz. İç ve dış kötülüklerden arınmış kişi ise namazı yerine getirmiş olur.” Hz. Mevlana’da “Başı yerde, kıçı havada duruyor, güya Tanrı’ya ibadetler ediyorum sanıyor.”

Kuran, ibadetlerine riya, şirk koşanlara yaptırımlar uygularken, ibadet yapmayanlara, bu günkü anlamda namaz kılmayanlara en küçük bir yaptırım uygulanmasından söz etmemiştir. İnsanlar ibadetlerini, salâtlarını, niyazlarını özlerini, yüreklerini, gönüllerini gözlemleyerek yapmaları yerinde olur. Yüreklerini, nefislerini saflaştırarak yapmaları onları Allah’a fazla yakınlaştırır. Hallac-ı Mansur’un söylediği şu söz çok önemlidir. “Gerçek secde edenlerin yöneldiği yer, bilgelik ve sevgi olmalıdır. Hâlbuki Sünni inanca iç gözlemle Tanrısal iradeyle iletişim kurması genel Müslüman inanca göre mümkün değildir. Geleneksel Sünni Müslüman anlayışta vecd içinde ibadet edilmesi sıradan bir Müslüman için yeterlidir. Oysa Hallac’a göre insanların, öze inmeleri gerekir. Hallac-ı Mansur’da şu durum ortaya çıkmaktadır. Sünniler zahiriliğe önem verdikleri, şekilde oldukları, batiniliğe ibadet olarak önem vermedikleri ortaya çıkmaktadır. Alevilerle ibadet konusunda en önemli ayrılıklardan biri de budur. Yine Hallac’a göre yürek gözünü açabilen kişi Allah’la dil ve ruh iletişimine girebilir. İletişim o aşamaya gelebilir ki artık insan Allah’la özdeşleşir. Onun hareketi Allah’ın hareketi demektir.Yukarıda Hallac’ın dediği gibi gönül gözünü açarak Allah’la dil ve ruh iletişimi kuran kimse İnsan-ı Kamil olandır. Alevi-Bektaşilikte 4. kapı olan Hakikat kapısı içinde olan kimsedir. Vahdet-i Vücud olan kimsedir. Bu duruma gelmiş kişinin ne fiilleri-hareketleri, ne de sözleri kendinin değildir hepsi Allah’ın fiilleri ve hareketleri, söylediği sözleri hepsi Allah’ın sözleri, kelamıdır, sadece o insanda hareket bulur, onun ağzından söz olarak çıkar yani tecelli eder.

Hallac-a göre dinde biçim- ritüel kişiyi hakikate götüren yoldur. Dinin esas amacı hakikati, doğru, adil, ahlaklı olanı keşfetmektir. Riya, ahlaksızlık, namussuzluk yapan insan istediği kadar biçime uysun, o günahkardır. Ahlaklı kişi dürüst ve namuslu davranan mümin biçime uymasa dahi Allah’ın gözünde makbul biri olabilir. Aslında dinin temel ilkeleri “Ahlaktır,adaptır-edeptir.” Biçim-şekil kişiyi ahlaka götüren yoldan ibarettir. Ne yazık ki bu anlayış zamanla yozlaştırılmıştır ve şekil-biçim ön plana getirilmiş ve çıkarılmıştır. Hatta denilebilir ki Sünni düşünürlerin büyük bir çoğunluğu insanları ağırlıklı olarak ibadet (Namaz kılmaları, çünkü onlar ibadet denilince onu anlamaktadırlar) yapmalarını, özü düşünmemelerini çünkü kavramalarının mümkün olamayacağını söyleyerek onları tevekküle (kaderin razı olmaya) itmişlerdir. Halbuki ibadet Allah’la bütünleşmek için yapılmaktadır. Allah’la bütünleşme onun sıfatlarını özümseme demektir. Başka bir anlatımla Allah’ın sıfatları akıl, doğruluk, hakikat, ahlak gibi kavramlara kişi ulaşabildiğinde O’na yaklaşmak mümkündür. İşte Hakikat kapısı içinde olanlar O’na, Yaratan’a yaklaşmış ve Onunla bütünleşmişlerdir. Aslında bir şey üretmekte ibadetin başka bir biçimi, şeklidir. Başka bir şekilde niyazdır, Allah’ı anmak zikretmektir. Bizim anladığımız kadarıyla bir insan; Alevilikte ki 3.kapı olan Marifet ile 4.kapı olan Hakikat kapısının içinde ise o kişi abdestini de almıştır, namazını, niyazını da kılmıştır. Çünkü o insan zahiri olarak devamlı bedenini suyla temizleyerek temiz olduğu gibi, batini olarak da gönlünü, nefsini kinden, kibirden, adavetten, şehvetten, gıybetten, govdan, riyadan, buğzdan, tamahdan, kıskançlıktan, yalandan daha doğrusu bütün kötülüklerden arındırarak, temizleyerek, saflaştırmıştır. Daima alçak gönüllü, mütevaziliği elden bırakmamış yani insanlara Turab’ olmuş gerçekte gönlü devamlı Hakk’ın istediği gibi abdestli olmuş ve olan, her zaman her şekilde Allah’ı zikreden, anan, niyazda bulunan üreten kişi devamlı namazda, niyazda, salattadır. Çünkü o insan bütün bunları aşarak İnsan-ı Kamil olmuş ve Vahdet-i Vücud halindedir. Hakk ile Hakk olmuştur. İşte bu kapılarda yani Marifet ve Hakikat kapısı içinde olanların abdesti alınmış, namazı kılınmıştır. Yoksa hangi inançta olursa olsun bunlar ancak bir söylem de kalır. Her insan kendinden sorumludur, kimse, kimseden hiçbir şekilde sorumlu değildir. Ancak Alevilikteki musahiplik kurumunda bu konuda ayrıcalık vardır. Sözün kısası ancak Hakikat kapısı içinde olan insanlar ki bunlar Ermişlik, Evliyalık mertebesine ulaşmış İnsan-ı Kamillerdir. Onların abdesti de alınmış namazları, niyazları da kılınmıştır. Çünkü Erenler ve Evliyalar devamlı abdestlidir, bizim anladığımız şekilde ve namazda, niyazda ve salât (Dua halinde) halindedirler.

"Abdestimiz alınmış" deyimi ne demek ister?

ABDESTİMİZ ALINMIŞ

ne anlama gelmektedir?

Değerli arkadaşlar; bu söz alevilikte çok sık kullanılan bir deyimdir. Bazen shbetlerimizde bu deyimi duymuş olduğunuzu tahmin etmekteyim. İlk anda insanda biraz abartılı ve inandırıcı olmayan bir his uyandırmaktadır. Ancak biraz detaylara girince ne demek isteğinini daha iyi anlayacağınızı umut ediyorum.

Öncelikle abdestin sözlük anlamınar bakarak ne anlam ifade ettiğine bakmalıyız. Abdest kelimesi farsça kökenlidir. İki ayrı kelimeden meydana gelmektedir. Bunlar sırasıyla;

AB, sözlük anlamı olarak su demektir. DEST’in ise, sözlükte iki ayrı anlamı var.

1-El anlamında,

2-Bir topluluğun en saygın yeri anlamlarını taşımaktadır.

Abdestin birleşik haldeki sözlük anlamı ise iki anlam taşımaktadır.

1-Namaz kılmaya başlamadan önce vücudun belli yerlerini din kurallarına göre yıkama.

2-El yıkama suyu.

Abdestin sözlük anlamlarından sonra abdest almayla insanların ibadetlerine başlamadan önce bedenlerinin dışını temizlemeleri gerektiği anlatılmak isteniyor. Bize göre bunun iki anlamı vardır.

1- Zahiri (görünen-dışsal)

2- Batini (görünmeyen-İçsel) anlamlarıdır.

Bütün inançlarda abdestin bu iki anlamı da bilinmesine rağmen bazı inanç gruplarında çoğunlukla abdestin zahiri (dışsal/görünen) kısmı daha öne çıkarılmıştır. Ancak Alevilikte abdestin zahiri (görünen/ dışsal) yönü ile birlikte Batini (içsel/görünmeyen) kısmı da çok önemlidir. Esas abdestin anlamı orada gizlidir ve o yüzden de önemi bir kat daha artmaktadır. Tabii ki sadece ibadete başlamadan önce bedenin temizlenmesi değil her zaman temiz olması da önemlidir.

Hz.Peygamber (s.a.v.) “Temizlik imandan gelir” sözüyle de imanın en önemli kısmının temizlik den geçtiğini işaret etmiştir. Ama hangi temizliği işaret etmektedir. Bize göre beden temizliği olduğu kadar en önemlisi iç beden, gönül, ruh temizliğini işaret etmektedir. Alevileri işte dış bedensel temizliklerine önem (ibadete-ceme başlamadan önce) verdikleri gibi en önemlisi olan, ruh temizliğine, abdestine daha çok önem verirler. Bunu da inançları gereği ibadetlerinin dışında da yerine getirmeye gayret ederler. Beden temizliği sadece belli inanç grubundaki insanlara ait değil, aksine bütün inanç gruplarındaki insanlar tarafından da bedensel temizliğe önem verilir.

İbadete başlamadan önce bedenin dışı temizlenerek, ibadet esnasında ibadette bulunan diğer insanların iğrendirilmemesi, hoş olmayan kokularla, insanların akıllarının ibadetten alıkonulmaması gerekir. Bunun içinde ibadete gidilirken bedenin dışı suyla yıkanarak abdest alınıp güzel, temiz giysilerimizi de giyerek ibadet etmek üzere hazırlanmış olmalıyız. Kuran’ın Araf suresinin 31.ayetinde Tanrı “Ey Ademoğulları! Tüm mescitlerde süslü, güzel giysilerinizi kuşanın” demiştir. Yine Alevilikte ki dört kapı, Kırk makamının, ilki olan Şeriat kapısının on makamından biri de “temiz giyinmektir.” demek ki ibadete gelen kişi buna uymak zorundadır.

Bu alınan abdest zahiridir, ama Hakk’a ulaşmak için ibadete hazırlanmanın ilk aşamasından olan zahiri olarak bedenin dış temizliğini sağlamak yeterli midir acaba? Hayır, zahirilikten, çok Batini yönüyle Ruhun abdestinin de alınması gerekir ki Hakk’a yakınlaşmanın yoluna girebilelim. Abdestin bir şeriat yönü, bir de Tarikat yönü vardır. Tarikat yani batini yönünden bahsedersek alınmış abdestimizin sözü biraz daha anlaşılacağını zannediyorum. Alevi inancında, Allah insanda tecelli etmiştir. Yani insanın özünde Tanrı vardır. İnsan Yaratanın en öz, en saf parçasıdır. Bu durumda insan dış yani zahiri bedenini şeriat’a göre temizlerse sadece dış bedenini temizlemiş olacaktır.

Vücut dediğimiz beden yok olucudur, ölümlüdür, hâlbuki Allah’ın parçası, özünden olan ve ölümsüz olan asıl kalıcı olan Ruh’tur. Bu durumda içsel yani batini olan Ruhun abdesti daha önemli değil midir? Düşünün bir kere ölümlü-yok olucu olan dış bedeni suyla temizliyoruz. Ama asıl öz olan, Allah’ın evi olan insanın Kâbe’si, secdegahı ve ölümsüz olan Ruhu kirli bırakırsak bu nasıl temizlik olur. Beyt-ül mamur dediğimiz gönül evinin temizliği, ölümsüz olan Ruh temizliği, abdestinden daha önemli değildir. Alevilikte ruh temizliği dış beden temizliği kadar hatta ondan çok daha önemlidir. Bir şeyin dışını temizleyip içini pis bırakmak o şeyin temiz olduğunu göstermez, ispatlamaz. İşte insanların asıl anlayıp, kavraması gereken budur. Eğer bunu anlayıp, kavrayamaz ve işin bu boyutunu yerine getiremezlerse, ne aldıkları abdestle ne de yaptıkları ibadetle Hakk’a ulaşamazlar. Aldıkları abdest ve yaptıkları ibadet zahiri olur ve şekilcilikte kalır. Bununla da yetinerek ömürleri boyunca ibadet yaptıklarını zannederler. İnsanlar yanlış yollardan giderek, her türlü haksızlıkları yaparak, ahlaksızlığa, zinaya, harama daha doğrusu bütün kötülükleri yapan bir insan, ne kadar dış beden temizliği yaparak, abdest alarak temizlenebilir? Tanrı’ya yakınlaşabilir mi? Bize göre hayır; bunları yapan bir kimse halkın ve Hakk’ın huzurunda temizlenmiş ve temiz sayılabilir mi? Sayılmaz, ibadeti de kabul olabilir mi? Yaratan bilir ama ne Hakk’ın ne de halkın huzurunda kabul görmez ve geçerli olamaz. Peki, Ruh, iç beden abdesti nasıl olacak, Tanrı’nın evi olan, gönül Kâbe’sini, binasını nasıl temizlemeliyiz sadece ibadette, sadece Allah’a yöneldiğimiz zaman mı yapmalıyız?

Her dinin amacı insanları kötülüklerden arındırıp, iyi ahlakla donatıp ahlaklı insan yapmaktır. Alevi inancında dört kapı, kırk makam vardır. Aleviler Kuran’ı zahiri olarak değil, batini kısmıyla ilgilenir. İnancında da zahirilikten çok batinilik vardır. Bilindiği gibi Kuran’ın bir muhkem, bir de müteşabih ayetleri vardır. İşte ayrılık bu müteşabih ayetlerin yorumlayarak, yaşamlarına uyarlamasında ortaya çıkar. Hepinizin bildiği gibi dört kapı Şeriat, Tarikat; Marifet ve Hakikat kapılarıdır. Bu kapılar Yunus suresinin 57. ayetinde belirtilmektedir. Mealen “Ey insanlar işte size rabbinizden bir öğüt (Şeriat), gönüller derdine bir şifa (Tarikat), inananlara bir kılavuz (Marifet) ve bir rahmet (Hakikat) geldi”. Pirimiz Hünkâr Hacı Bektaş Veli de tarikattan bahseder. Nedir bu tarikat, tarikat İslam tasavvufunun pratik yönüdür, dört kapı, kırk makamdır.

İbadete giderken dış bedenin suyla temizlenerek abdest alınması şeriatta olmaktadır ve zahiridir. Batini olarak iç bedenin, Ruhun; özün abdesti ise; hem normal yaşamda, hem de inançsal yaşamda, ibadette alınması gereken şu olmalıdır. Önce insanı sevmeli, düşmanı dahi olsa insanı sevmeli, hatta bütün yaratılanı, yaratılmıştan ötürü sevmeli, iyi ahlaklı olmalı, nefsini, gönlünü her türlü kötülükten arındırmalıdır. Yani nefsinden, gönlünden kini, kibiri, haseti, adaveti, şehveti, gıybeti, riyayı, kıskançlıkları, buğzu, tamahı, yalanı daha doğrusu bütün kötülüklerden temizlemektir. Bütün bu tür kötülükleri, kalbimizden atarak saflaşarak temizlenmektir. Yani ruhsal bedenimizi arındırmaktır, alçakgönüllü, mütevazi olmak, Turab-toprak olmaktır.

Ruha aynı zamanda can denilir, ama canın içinde bir sır saklıdır ki ona da canan denir. Canan sadece sevgilinin makamı değil kendisidir de, o halde canana ulaşmak için canı, dolayısıyla da ruhu da temizlemek yani demin saydığımız kötülüklerden temizleyerek abdestini aldırmamız gerekir. Kuran’ın Şems suresinin 9-10. ayetlerinde nefis ile ilgili olarak yüce Yaratan şöyle diyor. “Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen ise ziyan etmiştir.” Yine Yusuf suresinin 53.ayetinde “Nefsimi ak-pak gösteremem. Çünkü nefs, Rabbimin merhamet ettiği durumlar hariç, olanca gücüyle kötülüğü emreder.” İşte asıl önemli olan nefsin temizliği, abdesti; nefsin emrettiği kötülüklerden uzak kalmak, nefsin isteklerini, arzularını yerine getirmeyerek, nefsin kötülük olan emirlerini yerine getirmeyerek, nefsi kötülüklerden temizleyerek, nefsin abdestini aldırmaktır. Hz.Peygamber (s.a.v.) buyurur ki “Nefsini bilen Rabbini bilir” sözleri nefsimizi temizlememiz yönündeki en doğru yolu göstermektedir. Alevi inancıda Bâtıni olarak tarikatta alınan abdest ise bir Hak, Muhammed, Ali ve Ehli beyt ile on iki İmam yoluna girerken ibadete (ceme) başlamadan önce topluluk önünde bu yola girmek ve yolun kurallarına uymak için ikrar (söz) vermektir. Başka bir deyişle Ele, Dile, Bele sahip olmak, ahlaklı olmak Bed-nefsi (Şeytani nefsi) terbiye ederek doğru yola (Hak yoluna) hizmet etmektir. En önemli savaş da budur. Hatta Hz. Peygamber (s.a.v.) Uhut savaşından sonra; “Küçük savaşları kazandık, sıra büyük savaşlarda” diye buyurunca sorarlar.

-Ya Muhammed! Uhut cenginden büyük olan savaş da nedir?

-Nefsimizdir. İşte ona karşı vereceğiz der.

Yani Cihad-ı Ekber en büyük savaştır.


Diğer bir deyişle Edeb’li olmaktır. Tarikat yoluna girerken kişi yaptığı her şey için tövbe eder, bundan dolayı da Allah’a ikrar vermiş olur. Yaratanın yazılı Kelamı olan Kuran’ın Tahrim suresinin 8.ayetinde buyurduğu gibi “Ey insanlar yapmış olduğunuz suçlardan bir daha yapmamak kaydıyla tevbe ediniz” Bunun yani Allah’a verdiği ikrar abdestinin bozulması ise kişi gönlünden Allah’ı çıkarıp yerine hava ve heves girerse o abdest bozulmuştur, bunu da su ile temizlemek mümkün değildir. Tarikat abdesti bir de dört canın bir araya gelip de hem Allah’a hem de birbirlerine verdikleri, Musahiplik kavlindeki ikrardır. Tarikattaki temizlik, abdest iç temizliktir, nefsi temizliktir, öze önem vermektir. Şeriattaki abdest bozulursa suyla yeniden temizlenerek abdest alınır. Ama tarikattaki abdest bozulursa bunu suyla temizleyemeyiz.

Pir Hünkar Hacı Bektaş Veli buyurur ki; “Eliniz ayağınız kirli idi yıkayıp temizlediniz. Yüreğinizdeki kini, kibiri, hasetliği, şehveti su ile nasıl temizleyeceksiniz.” Yine devamla; “Şu şişeyi görüyor musunuz? İnsan bir şişeye benzer; bu şişenin içi pislikle doluysa bunun ağzını kapatıpta çeşmenin altında yüzlerce kere yıkasanız da bu temiz olamaz, yapılacak iş nedir? Bunun kapağını açmak, pisliği dökmek, şişenin içini yıkadıktan sonra da dışını yıkamaktır.” der ve devamla “Ey ki sen! Daima tövbecisin, ne vakit bu tövbenden, tövbe edeceksin onu söyle” Her türlü ahlaksızlığa, harama açık olan bir insanın temizliğinden bahsedebilir miyiz? Önemli olan ruh ve ahlak temizliğidir. Gerçek abdest; yıkandım, temizlendim, doğruluğu nefsimde özümsedim, hırsı, kıskançlığı, yalanı, şerri, buğzu, şirkten, tamahtan arındım, kalbim sıhhati, bedenim rahatı buldu ve ruhum nura kavuştu diyebilmektir.

Bundan da anlaşıldığı gibi tarikat abdesti ruh ve gönül temizliğidir. Yine Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli buyurur ki: “Su hem arıdır, hem arıtıcıdır. Su arifler makamıdır.” Temiz su her hangi bir kaba girerse, o kap suya döner, pisliği dışarıda bırakır. Kendisini arıtamayanın, başkasını arıtamaz. Şeriatta elbise ve ten kirlenirse su temizler. Ariflerde su ile ten temizlenmez. Çünkü yıkayıcı arınmayınca, yıkadığı da arınmaz temizlenmez” İnsan gerek ki suya, su gerek ki abdeste, abdest gerek ki namaza, namaz gerek ki Allah’a yarasın. Öyleyse arif olanın içinde şeytani fiiller olmamalıdır. Adem pis olamaz, pis olanı da su temiz edemez. Asıl abdest, Alevilerin abdest esası budur.Yani Allah’a muhabbet, sevgi arttı mı, hüzünde artar. Gözyaşıyla içimiz yıkanır, temizlenir. Hüzün bizi Allah’a yaklaştırır. Nefsimizi, özümüzü bütün kötülüklerden temizleyerek, Yaratanın evi olan kalbimizi, gönlümüzü, temizleyerek onu orada mihman etmektir. İşte abdestimiz alınmıştır derken şeriatta aldığımız abdest değil, Allah’a verdiğimiz ikrardan, Hak, Muhammed, Ali ve Ehli beyit ile on iki imam yoluna girip, onun yani tarikatın hem inançsal hem de normal yaşantımız da kurallarını uygulayacağımız konusunda verdiğimiz ikrardır, işte aldığımız abdestimiz budur. Kişi kendinden sorumludur, kimse kimseden sorumlu değildir. Sadece musahipler hariç onlar birbirlerinden ve her şeyleri ile sorumludurlar. Kuran’daki ayette de buyrulduğu gibi “Herkes kendi günahından sorumludur. Kimse bir başkasının günahından sorumlu değildir” Buna göre de herkesin aldığı abdest kendisine aittir. Kimsenin abdestini kimse almaz. Yola girerken abdest kişiye mahsustur. Alevilikte musahiplik kurumu olduğundan, bunların aldıkları tarikat abdestinden dolayı musahipler birbirine bağlıdır. İşte geçmişte bu kurum çok sıkı bir şekilde uygulanıp denetlendiğinden, herkesin çoğunlukla musahip olmasından dolayı bizim abdestimiz alınmıştır denilmiş olabilir. Zamanımızda az da olsa musahiplik kurumu çalışmaktadır.

3'ler 5'ler 7'ler nedir?

3 ler 5 ler 7ler
Alevilikte en önemli rakamlar ve en değerlileridir!
Üçler: Hz. Allah, Hz. Muhammed ve Hz. Ali’dir.
Beşler: Hz. Muhammed, Hz. Ali, H. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’dir.
Yediler: Yedi ulu âşıklardır: Hatayi, Nesimi, Fuzuli, Kul Himmet, Virani, Yemini ve Pir Sultan Abdal’dır.
Oniki İmamlar: Hz. Ali Kerramallahü Veche, İmamı-ı Hasan, İmamı-ı Hüseyin, İmam-ı Zeynel Abidin, İmam-ı Muhammed Bakır, İmam-ı Cafer Sadık, İmam-ı Musa Kazım, İmam-ı Ali Rıza, İmam-ı Muhammed Taki, İmam-ı Aliy’yül Naki, İmam-ı Hasan el-Askeri, İmam-ı Muhammed Mehdi.
Kırklar: Hz Ali etrafında toplandığına dair inanılan 40 kişilik meclis...
3lerin, 5lerin, 7lerin, 40larin anlatmak istediği INSANDIR.
Üçler nedir?
Üçler, vücut, can ve ruhtur. Can, kan demektir. İnsanın kan dolaşımını anlatmaktadır. Ruh ise irade demektir. Vücuda iyi bakılırsa, kan temiz olur. İyi gıdalar alınırsa kan temiz olur. Bunun için irade, bilgi gereklidir.
Beşler nedir?
Beşlerin dördü Dünya, biri insanla ilgilidir. Dört, ateş, rüzgâr, su ve topraktır. Ateş ve rüzgâr bir, su ve toprak birdir. Aslında dördü bir gömleğe girmektedir ve birdir. Beşincisi ise Can'dır. Can, Üçlerin toplamıdır. Vücut, kan ve iradenin toplamına Can denir, yani İnsan.
Yediler nedir?
En önemlisi Yedilerdir. Yediler olmaz ise Kırklar olmaz. Yediler, Dünya'ya ait olan dört ile insana ait olan üçten meydana gelmektedir. Dört, ateş, rüzgâr, su ve topraktır. Üçü ise can, canan ve çobandır. Çoban çocuktur. Gelecektir. Can erkek, canan kadındır. Can ve canan bir gömleğe girerler, bir olurlar. Birleşmeden çoban, yani çocuk olur. Çoban olmaz ise soy sürmez. Meydan boş kalır. Altı olursa, insan soyu durur.

16 Temmuz 2009 Perşembe

Alevilik nedir?

Alevilik, Dini İslam, Kitabı Kuran, Allah'a kul, Hz.Muhammet’e bağlı, Hz. Ali'ye talip, Ehli-i Beyt yolunu süren, Hacı Bektaşi-ı Veli'nin "eline, beline, diline sahip" olmayı ilke edinen, iyi düşünce, iyi söz ve iyi davranışta kendini bulan, tanrı korkusu yerine sevgisini benimseyen, zâhiriyi bâtınla, bâtinı zâhirle birleştiren, şeriat kapısını aşıp, marifet yoluyla hakikat dünyasına ulaşan, Kuran’ın şekline değil, özüne inen, akıl ve gönül ile ruhsal olgunlaşma yoludur

alevilerin namaz ve oruç anlayışı

ALEVİLERİN CAMİ, ORUÇ VE NAMAZ ANLAYIŞI

Alevi ve Bektaşiler, neden camiye gitmiyorlar?

Bilindiği gibi Hz. Muhammed’in soyu Kureyş kabilesinden gelmektedir. Kureyş kabilesi ise; Abdümenaf’ın aynı bâtında doğan iki oğlunun temsil ettiği kabiledir. Bu iki kardeş: Haşim (Amr) ve Abdüşems’tir.

2) Haşimiler: Abdimenaf- Haşim (Amr)- Mutallib- Abdulmutallib (Şeybe)-Abdulmutallib’in oğulları, Abdullah ve Ebu Talip’tir. Abdullah’ın oğlu da Hz. Muhammed’tir. Ebu Talib’in oğlu ise Hz. Ali’dir.

3) Ümeyye oğulları: Abdimenaf-Abdüşems- Ümeyye- Harb- Sahar (Ebû-Süfyan)- Muaviye ve Yezid’dir. (Emeviler)

Daha İslamiyet öncesi Kâbe’nin yönetimi ile ilgili olarak başlayan bu iki ailenin düşmanlıkları, Kerbelâ’ya kadar sürmüş, hatta Kerbelâ’dan sonra da devam etmiştir.

Hazret-i Peygamber’in vefatından sonra hilafet, Ümeyye oğullarının eline geçmişti. Daha Hz. Peygamber zamanında başlayan ayrılıklar, Hz. Peygamber’in Hakk’a yürümesinden sonra giderek artmıştır. Özellikle Ümeyye oğullarından Muaviye ve oğlu Yezid, hilafeti ellerinde tutabilmek uğruna Hz. Ali ve onun soyuna akla ve hayale gelmeyecek hile ve kötülükler yapmışlardır. Yüz yıllar boyunca camilerde, Hz. Ali ve soyuna küfürler edilmiş, Hz. Ali ve soyu için akla va hayale gelmeyecek hakaretler yapılmıştır. Hz. Ali ve onları sevenlere, onlara taraftar olanlara korkunç işkenceler uygulanmıştır.

Ancak, Emevi saltanatının sona ermesiyle birlikte bitecek sanılan bu zulüm, Abbasiler döneminde de devam etmiştir. İşte bu sebeptendir ki, Ehl-i Beyt dostu ve taraftarı olan Alevi ve Bektaşiler, giderek camiden uzaklaştılar ve ibadetlerini evlerinde veya cem evi adı verilen kutsal mekanlarda yapmaya başladılar.

4) Bir başka neden de, Alevi ve Bektaşilerin İslam anlayışından ileri gelmektedir. Türkler İslamiyet’i kabul ettikleri zaman, Başta Hz. Muhammed olmak üzere, Hz. Ali ve onun soyundan gelenlere büyük bir muhabbetle bağlandılar. Bu arada Hoca Ahmet Yesevi’nin başlatmış olduğu tasavvuf akımı, Türkleri de etkiledi. Türkler, Kuran’ı ve İslamiyet’i, kendikerine göre yorumladılar. Kuran-ı Kerim’deki, “salât” ve “namaz” terimlerini, “dua ve ibadet” olarak kabul ettiler. Bugün Alevi ve Bektaşilerin cem evlerinde uyguladıkları da budur, yani dua ve ibadettir, bunu yaparken de Ehl-i Beyt sevgisi ve Kuran’ın gerçek yorumuna uygun bir biçimde hareket edilmektedir.

Bunu biraz daha açacak olursak, Alevi-Baktaşi inancında, beş vakit namaz yoktur. Alevi-Bektaşi ibadetindeki cemin, erkân ve ritüellerine dönecek olursak; kıyamın, rükunun ve secdenin olduğunu açıkça görürüz. Namaz sözü Kuran’da salât olarak dile getirilir. Salât, kulun Allah’a takva yoluyla yönelişidir. Bu yöneliş, Alevi-Bektaşi geleneğinde niyaz ile yapılır. Bu yöneliş, tamamen kulun kendi iradesine göre yapılan bir teslimiyet halidir ve bunun için de bir mabet veya camiye gerek duyulmaz; gök kubbenin altında her yer bir mabettir, her yer bir ibadet yeridir. Çünkü Cenab-ı Allah Kuran’da: “Sen nereye dönersen orada benim yüzümü görürsün” diyor.

Alevi ve Bektaşilerin namaz anlayışı:

1. Namaz: Namaz, Kuran’ın pek çok ayetinde “salât” olarak geçer. Salât, aynı zamanda salavâttır. Salavât, ibadet olarak alındığı gibi, aynı zamanda Hz. Muhammed’e ve onun Ehl-i Beyt’ine okunan duadır. Aleviler Salâvatı, dua ve ibadet olarak kabul ederler. Çünkü Cenab-ı Allah Kuran’da: “Allah ve melekleri, Peygamber’e çok salavât getirirler. Ey müminler! Siz de ona ve yakınlarına salavât getirin ve tam bir teslimiyetle selam verin” [2] buyrulmuştur.

Yine Kuran’da: “Ey ümmetler! Her birinize bir şeriat ve bir minhaç (ışıklı yol) verdik. Allah, dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde, sizi denemek için böyle yaptı” denmektedir. Şu ayette de: “Biz her ümmet için bir ibadet şekli belirledik; onlar onu izlerler” diyor. Kuran ayetlerinde görüldüğü gibi, Allah, her ümmet için bir yol ve ibadet şekli belirlemiştir.

Kuran’da Hz.İbrahim’e: “İnanan kullarına söyle: Dua ve ibadet etsinler” deniyor.

Şu ayetlerde de: “İsrail oğullarından şöyle bir söz almıştık: Allah’tan başkasına ibadet etmeyin, anne-babaya, akrabaya, yetime, yoksullara iyilik ve güzellikle davranın. İbadeti dosdoğru yapın, zekatı verin…” deniyor.

Hazret-i İsa: “Beni bulunduğum her yerde kutsal ve bereketli kıldı. Yaşadığım sürece bana ibadeti, zekatı önerdi” demektedir.

Görüldüğü gibi, Cenab-ı Allah, Kuran’da, “Biz her ümmet için ışıklı bir yol ve ibadet şekli belirledik” diyor. Yine İbrahim Peygamber’e, ibadet et, zekatı ver diyor. İsrail oğullarına, Allah’tan başkasına ibadet etmeyin diyor. İsa Peygamber de:“Allah bana ibadet ve zekatı önerdi” diyor. Biz biliyoruz ki, her peygamberin ve onlara bağlı olanların ibadet şekli ayrı ayrıdır. Ellerinde Tevrat veya İncil olduğu halde dua ediyorlar. Öyle ise Allah, onların bu yaptıklarını ibadet olarak kabul ediyor. Çünkü Cenab-ı Allah, yapılan ibadetin şekline değil, özüne bakmaktadır. İşte, Alevi ve Bektaşiler, bu bağlamda Kuran’ın tasavvufi yorumunu esas alarak, kendilerine özgü bir ibadet şekli benimsemişlerdir. Bu ibadetin içerisinde kıyam, rüku, secde, dua ve tevhit vardır ve bu ibadeti de cem evlerinde yerine getirirler.

Alevi ve Bektaşi oruç anlayışı:

Evet vardır. Kuran’da: “Andolsun tan yerinin ağırma vaktine, on geceye” diyor. Yine Kuran’da: “Ey iman sahipleri! Oruç sizden öncekilerin üzerine yazıldığı gibi, sizin üzerinize de yazılmıştır. Bu sayede korunmanız umulmaktadır” deniyor. Bu ayetler: Muharrem orucu ile ilgilidir. Kuran’da: “Andolsun tan yerinin ağırma vaktine, on geceye” deniyor. On geceden kasıt, on gün tutulan oruçtur. Sizden öncekilere farz kılındığı gibi demekle, Hz. Muhammed öncesi peygamberleri kastediyor. Çünkü Kuran’da: “Sizden önce gönderdiğimiz resullerimize uygulanan yasa da buydu. Sen bizim yol ve yasamızda değişme bulamazsın” deniyor.

İşte, Hz. Muhammed öncesi tutulan oruç, Muharrem orucudur, bu orucu Hz. Peygamber’imiz de tutmuştur. Öyle ise hangi peygamberler bu orucu tutmuştur? Kuran yorumcuları şöyle açıklıyorlar:

1. Adem Peygamber, 10 Muharrem günü eşi Havva ile buluştuğu zaman, yüce Allah’a şükranlık orucu tutmuştur.

2. Nuh Aleyhisselam, 10 Muharrem günü tufandan kurtulunca, şükranlık orucu tutmuştur. Ayrıca o gün gemide kalan erzakları bir araya getirerek aşure pişirmiştir. Aşr, on demektir, aşur veya aşura, Muharrem’in onuncu günü pişirilen buğday tatlısıdır.

3. Hz. İbrahim Peygamber, Nemrut’un attığı ateşten kurtulunca, Allah’a şükretmek için oruç tutmuştur.

4. İshak veya İsmail Peygamber, kurban olmaktan kurtulunca, şükranlık için oruç tutmuştur.

5. Yakup Peygamber, oğlu Yusuf’a kavuştuğu zaman şükranlık için oruç tutmuştur.

6. Eyüp Peygamber, ağır dertlerinden kurtulunca şükranlık için oruç tutmuştur.

7. Yunus Peygamber, balığın karnından kurtulunca şükranlık için oruç tutmuştur.

8. Musa Peygamber, Firavun’un gazabından kaçarken, Kızıl Denizin, mucizevi bir şekilde kendisine yol vermesinin şükranlığı için oruç tutmuştur.

9. İsa Peygamber, şükranlık için oruç tutmuştur

10. Allah’ın Resulü, Hz. Muhammed Mustafa da Emevilerin zulmünden kurtulmak için Medine’ye hicret etti. Medine’ye sağ salim dönmesinin şükranlığı olarak on gün oruç tuttu ve aşure pişirdi.

İşte, isimlerini saydığımız bu peygamberler, kendileri için kurtuluş, kavuşma ve müjde günü sayılan bu günlerde, bir gün kendileri için, birer gün de kendisinden önceki peygamberlerin tuttuğu orucu tutmuşlardır. Bu peygamberler için kurtuluş veya müjde günü sayılan on muharrem günü, Hz. Peygamber’in torununa felaket ve musibet günü olmuştur.

2. Oruç: Alevilerin kendilerine özgü bir oruç anlayışları vardır. Oruç Allah rızası için tutulmalıdır. Oruç deyince hemen aklımıza hiçbir şey yemeden, içmeden tutulan 30 günlük oruç ve aç durmak gelir. Aslında oruç bu değildir, oruç tüm azaların orucudur. Yani beden orucudur. Alevilerin de tutmakla yükümlü oldukları oruçlar vardır. Ama, Alevilerin oruç anlayışı, sadece aç durmak anlamında değildir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

Elin orucu: Oruçlu olan bir kimse, hiçbir vesiyle harama el uzatmamalıdır.

Dilin orucu: Oruçlu olan kimse hiçbir vesiyle yalan, küfür, dedikodu ve gıybette bulunmamalıdır.

Belin orucu: Oruçlu olan bir kimse, zinadan ve şehvetten uzak durmalıdır.

Gözün orucu: Oruçlu olan bir kimse, hiçbir şeye kötü gözle bakmamalıdır ve gafletten uzak durulmalıdır.

Kulağın orucu: Oruçlu olan bir kimse, tüm kötü fiillere kulağını kapamalı, yasaklanmış olan şeyleri duymamalıdır.

Nefsin orucu: Oruçlu olan kimse, tüm nefsani duygulardan uzak durmalıdır, şehvetten kendisini korumalıdır.

Kalbin orucu: Oruçlu olan kimse, her an Allah’la beraber olduğunu bilmeli, hiçbir vesile Allah’tan uzak olmamalıdır, her an için tefekkürden uzak kalmamalı ve vermiş olduğu nimetlerden ötürü, Allah’a şükretmelidir.

İradenin orucu: Cenab-ı Allah, ahseni takvim üzere, yani en mükemmel olarak yarattığı insana, diğer varlıklardan fazla olarak “irade sıfatı” vermiştir. Oruç tutabilen bir kimse, iradesine hakim kimsedir. Nefsimiz bizden pek çok şey isteyebilir. Eğer biz, nefsimizin her istediğini ona verecek olursak, onun tutsağı oluruz. O vakit irademiz elimizden gitmiş, onun tutsağı sayılırız. Ama, acıktığı zaman yemek, susadığı zaman su vermezsek, herhangi bir kötülüğe sebep olabilecek fiili yerine getirmezsek, o vakit biz irade sahibi sayılırız ki, bu da bizi kemale ulaştırır.

Ruhun orucu: Cenab-ı Allah’ın kendi öz cevherinden ve tertemiz olarak bize verdiği ruhumuzu, manevi duygularla beslemeliyiz. Nasıl ki, müzik ruhun gıdasıysa, buna benzer tüm ibadetlerimiz de ruhun gıdasıdır. Buraya kadar saydıklarımızı gereği gibi uygulayabilirsek, bu hareketlerimizin tümü, ruhun gıdasıdır. Bir Alevi veya Bektaşi, ikrar verip musahip olur, muntazam Hakk, Muhammed, Ali yoluna devam ederse, her sene görgüden geçip üzerinde kul hakkı bulundurmazsa, hayat boyu oruçlu sayılır.